Birlikte Yaşam
Düşüncelerim Nasıl Değişti – Kilise Topluluğunun Merkezde Olması
Lisede Hristiyan olduğumdan beri, yerel kilise topluluğunun rolü hayatımda önemli bir yere sahip olmuştur. Hristiyan olduğum ilk yaz, kilise kütüphanesinde kilisemizin artan üye sayısını istatistiksel olarak toplayarak bir tablo aracılığıyla azalan katılım sayısıyla karşılaştırmak için, saatlerce zaman geçirdiğimi hatırlıyorum. Hazırladığım bilgisayar çağı öncesinden kalma bu grafik, katılım ve üye sayısını gösteren dikkatlice çizilmiş çizgilerden oluşan bir posterdi sadece ve 1940’lı veya 1950’li yıllarda aradaki fark ciddi bir şekilde açılıyordu. Bu grafik üzerinde saatlerce çalışmış olsam da, kilisemizde görünür bir yerde, asıldığı duvarda sınırlı sayıda kişi bununla ilgilenmişti. Grafiği izin almadan asmıştım (Bunu düşünmemiştim). Ama oradan indirilişi de oldukça hızlı oldu.
Bir Hristiyan olarak büyüdükçe ve üniversitede teoloji eğitimim boyunca Tanrı’nın lütfuna ilişkin anlayışım genişledikçe, kilise içerisindeki sözde Hristiyanlık hakkındaki endişelerim de büyüdü. “İman etti” denen çoğu kişinin imanı bana son derece sahte geldi. İman sayısına ilişkin şişirilmiş grafiklerin ve daha da önemlisi kendinden ve imanından emin ama aktif bir şey yapmayan insanları gördükçe, müjdelemeden şüphe eder oldum.
On yıla yakın bir süre önce doktora çalışmalarım sırasındaysa, aklım kilise konusuna ve özellikle de yerel topluluklar konusuna kaymaya başladı. Kilise dışı bir hizmette çalışan bir arkadaşımla, oldukça sarsıcı bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum. İkimiz de aynı kiliseye katılıyorduk. Ben kiliseye şehre ilk taşındığımızda katılmaya başlamıştım. Arkadaşım da birkaç sene sonra sadece bir katılımcı gibi gelmeyi seçmişti. Bu katılımı içerisindeyse sadece sabah ibadetine katılıyor ve vaaz zamanı gelene kadar orada kalıyordu. Bir gün kendisine bunun nedenini sormaya karar verdim.
Arkadaşımın cevabı, kendi karakteristik dürüstlüğünü ve şeffaflığını yansıtacak şekilde olmuştu: “Toplantının geri kalanından benim alacağım bir şey yok.” Ben de kendisine şu soruyu sordum: “Daha önce tam anlamıyla kiliseye katılmayı, bir üye olmayı düşündün mü?” Gerçekten şaşırmıştı ve gülerek cevap verdi: “Kiliseye üye olmak mı? Tam anlamıyla katılmak mı? Bunu yapmam için bir neden düşünemiyorum. Neden burada olduğumu biliyorum ve o insanlar benim hızımı kesebilir.” O zaman için bu sözler bana çok soğuk gelmişti ama bunlar normal, içten, alçakgönüllü bir yürekle, müjdeci bir Hristiyan’ın Rab’bin bir saatini bile boşa harcamak istememesinden kaynaklanıyordu. Arkadaşım zamanını en iyi şekilde kullanmak istiyordu ve resmi bir kilise üyesi olmanın getirdiği kaygı ve sorumluluklar ona gereksiz görünüyordu.
“Benim hızımı kesebilir.” Bu sözler aklımda yankılandı. “Benim hızımı kesebilir.” Aklımdan birçok farklı düşünce geçti ama ona sadece basit bir soru sorarak cevap verdim: “Bu insanlarla el ele olursan, evet, belki onlar senin hızını kesebilir ama kendin onların hızlanmasına yardımcı olabileceğini hiç düşündün mü? Bunun Tanrı’nın senin ve bu insanların yaşamlarındaki planının bir parçası olabileceğini düşündün mü?” Bir süre daha devam etti ama benim için konuşmanın en can alıcı kısmı sona ermişti. Tanrı, bizleri birbirimizin yaşamında kullanmak istiyor, hatta bazen bu bizim için ruhsal olarak maliyetli gibi görünse bile.
Aynı zamanda Puritanlık akımı üzerine çalışmalarım, bana Elizabeth ve erken Stuart dönemlerinde kilise yönetimi hakkındaki tartışmaları okuma şansı verdi. Özellikle Westminster Meclisi’nde yapılan Büyük Münazara dikkatimi çekmişti. “Bağımsızlar” veya “Toplulukçular” gibi hareketlerin savunduğu “pastörel yetki, pastörel ilişkiyle doğrudan bağlantılıdır” fikri, beni etkilemişti. Onların savunduğu fikir, yani yerel kilise topluluğunun aynı zamanda kilise disiplini ve doktrin konularında son karar mercii olması fikri, Kutsal Kitap’a dayalı ve ikna edici gibi görünüyordu (bkz. Mat. 18:17; 1.Kor. 5; 2.Kor. 2; Gal.; 2.Tim. 4). Hem pastörün hem de topluluğun, imanlıların Hristiyan yaşamını nasıl yaşamaları gerektiği noktasındaki rolü, aklımda daha fazla yer etmeye başladı.
Sonra, 1994’te bir baş pastör oldum. Daha önce de ihtiyarlık kurumuna çok saygım vardı ve iki farklı kilisede ihtiyar olarak görev yapmıştım. Ancak bu görevi yapmış olmak ve bir kilisede görevlendirilmiş tek ihtiyar olmak, bu kurumun önemini daha derinden kavramamı sağladı. Yakup 3:1 (“daha titiz bir yargılamadan geçmek”) ve İbraniler 13:17 (“canlarınız için hesap verecek kişiler”) gibi metinler aklımda daha da büyük göründü. Koşullar, Tanrı’nın yerel kiliseye verdiği önemi bana göstermek için kurulmuştu sanki. Küçük bir topluluğa yeni atanmış bir öğrencisine tavsiyelerini ilettiği bir mektubunda John Brown’ın bir sözünü okuduğumu hatırlıyorum: “Yüreğindeki gururu ve kendi topluluğunun etrafındaki diğer kardeşlerinin topluluklarına kıyasla daha küçük olmasından utanacağını biliyorum ancak yaşlı bir adamın sözlerine güven: Rab olan Mesih’in önünde, O’nun yargı kürsüsünde dururken, süründeki koyunların sayısının yeterli olduğunu düşüneceksin.” Toplulukla ilgilendikçe, böylesi bir sorumlulukla Tanrı’ya hesap verecek olmanın ağırlığını da hissettim.
Aldığım bu ders, her haftaki işlerim aracılığıyla beni daha da uyandırdı. İncil’deki Müjde kitapları ve daha sonra mektuplar aracılığıyla vaaz verirken, Hristiyan sevgisinin ne anlama geldiğini daha iyi açıklamak için tekrar tekrar fırsatım oldu. Her ne kadar bazı metinler Hristiyanların herkesi sevmesi gerektiğini öğretse de (örn. 1.Sel. 3: 12), bunu öğretmek için kullanılan klasik metinlerden birçoğu gerçekte birbirimizi sevmekle alakalıdır. Matta 25’ten vaaz verdiğim zamanı hatırlıyorum. Burada susamış olana içecek vermekle ilgili buyrukların, temelde “en basit kardeşlerimden biri” için olduğunu vurguluyordum ve vaazdan sonra biri gelip kendisinin “yaşamının ayetini” mahvettiğimi söyledi!
Ancak bana göre, “birbirimiz” ve “birlikte” sözlerinin geçtiği tüm metinlerde, Tanrı’nın kilisesine bakması ve onunla ilgilenmesi hakkında bildiğim teolojik gerçeklerin hepsi ete kemiğe bürünmeye başlamıştı. Efesliler 2 ve 3. bölümleri vaaz ederken, kilisenin Tanrı’nın bilgeliğini göksel varlıklara gösterme planının merkezi olduğu benim için açık bir hal aldı. Pavlus, Efes ihtiyarlarıyla konuştuğunda kiliseye, “Rab’bin kendi kanı pahasına sahip olduğu kilise” sözleriyle seslendi (Elç. 20:28). Ayrıca elbette daha önce Saul’un Şam yolunda Hristiyanlara zulme giderken yolu kesildiğinde, Dirilmiş Mesih, Saul’a neden bu Hristiyanlara ya da hatta neden kiliseye zulmettiğini sormadı. Bunun yerine, Mesih kendi kilisesiyle o kadar özdeşleşmişti ki, ona: “Saul, Saul, neden bana zulmediyorsun?” diye sordu (Elç. 9:4). Kilise, Tanrı’nın sonsuz planının, O’nun kurban oluşunun ve kendi daimi amaçlarının açıkça merkezindeydi.
Belki de tüm bunlar yerel kiliseden ziyade kilise öğretisinin merkeziyeti için bir açıklama niteliğindeymiş gibi görünebilir ancak Kutsal Kitap’tan her hafta vaaz ettikçe, benim için inkâr edilemez olan şey, Tyndale’in ecclesia kelimesini “topluluk” olarak tercüme etme kararının iyi bir tercüme olduğu oldu! Mesih’in öğrenciliğinin uygulandığı yer olduğu için yerel kiliseyi oluşturan ilişkiler ağı önemlidir. Sevgi büyük ölçüde yereldir. Yerel topluluk da bu nedenle tüm dünyanın görmesi için bu sevgiyi sergilediğini iddia eden yerdir. İsa, öğrencilerine Yuhanna 13:34-35’te şöyle öğretir: “Size yeni bir buyruk veriyorum: Birbirinizi sevin. Sizi sevdiğim gibi siz de birbirinizi sevin. Birbirinize sevginiz olursa, herkes bununla benim öğrencilerim olduğunuzu anlayacaktır.” Falanca yerel kiliseyi korkunç bir yer olarak algıladıkları için Mesih’e yabancılaşmış arkadaşlar ve aileler de gördüm. İsa’nın öğrettiği ve yaşadığı sevgiyi tam olarak gördüklerinden dolayı Mesih’e gelen arkadaşlar ve aileler de gördüm. İnsanların birbirlerine karşı olan sevgilerini, O’nun gösterdiği özverili sevgiyi gördüler ve doğal bir çekim hissettiler. Dolayısıyla topluluk –Söz’ün koruyucusu ve gözeticisi olarak topluluk– benim müjdeleme anlayışımda ve müjdelemeyle ilgili nasıl plan yapılması ve dua edilmesi gerektiğine ilişkin anlayışımda daha da merkezi bir hale geldi.
Topluluk ayrıca başkalarının gerçekten Mesih’e dönüp dönmediğini nasıl ayırt edeceğimize ve kendi imanımızın güvencesine nasıl sahip olacağımıza dair anlayışımda da daha merkezi bir hal aldı. Üzerinde vaaz vermeye hazırlanırken, 1. Yuhanna 4:20-21’den çok etkilendiğimi hatırlıyorum: “‘Tanrı’yı seviyorum’ deyip de kardeşinden nefret eden yalancıdır. Çünkü gördüğü kardeşini sevmeyen, görmediği Tanrı’yı sevemez… Tanrı’yı seven kardeşini de sevsin.” Yakup 1 ve 2 de aynı mesajı taşıyor. Bu sevgi, isteğe bağlı bir şey gibi görünmemektedir.
Daha yakın zamanlarda, topluluğun merkeziyetiyle ilgili bu düşüncelerim, yerel topluluğun disipliniyle –geliştirici ve düzeltici disiplinle– ilgili de bazı yeni bakış açıları kazanmamı sağladı. Topluluğumuzda birbirimize bağımlı olacaksak, öğrenci olmanın bir parçası olarak disiplinin olması gerektiği de açıktır. Ayrıca eğer Yeni Antlaşma’da gördüğümüz türden bir disiplin olacaksa, başkalarını tanımalı, onlara bağlı olmalıyız ve bizleri tanımalarına izin vermeliyiz. Ayrıca yetkililere de güvenmeliyiz. Evlilikte, evde ve kilisede yetkiye güvenmenin uygulanabilirliği yerel düzeyde şekillenir. Bunu yanlış anlamak ve yetkilileri beğenmeyip onlara içerlenmek, Düşüş’ün içeriğiyle de oldukça benzer görünmektedir. Dolayısıyla da, bunu anlamak Tanrı’nın bizimle olan ilişkisini yeniden inşa etmeye yönelik merhametinin kalbinde yatıyor gibi görünüyor. Bu ilişki de yetki ve birbirini sevmeyi içeren bir ilişkidir.
Sonuçta, geçmişte Hristiyanların kiliseye katılmama olayını neden bu kadar önemli bir konu olarak gördüğünü anlayabiliyorum. Ayrıca bu üye ve katılım arasındaki uçurumun artmasına seyirci kalmaya başladığımızda, pek çok düzeyde nasıl bir hasar doğmaya başladığını da görebildiğimi düşünüyorum. Kilise katılımıyla ilgili kararları tüm topluluğu ilgilendiren bir konu olmaktan çıkarıp onu sanki kişisel bir meseleymiş –bizleri ilgilendirmez– gibi ele almak, topluluklarımızda ve bir zamanlar onlara katılan birçok insanın hayatında ağır bir tahribat yarattı.
Her hafta başka bir yerde olan sözüm ona “Hristiyan önderler” ve topluluğun önemini anlamayan pastörler hakkında aklımda dolaşan çok fazla soru var ve zavallı koyunlar, memnun kalmamış müşteriler gibi bir kiliseden diğerine gezip duruyorlar. Rab dilerse, önümüzdeki on yıl, geçtiğimiz yıl kadar ilginç olacak.
Editörün Notu: Bu makale ilk olarak Modern Reformation adlı derginin Ocak/Şubat ’02 sayısında basılmıştır ve burada izinle revize edilerek tekrardan basılmıştır. Modern Reformation’a online olarak şuradan ulaşabilirsiniz: www.modernreformation.org.
Bu kaynağın ortaya çıkışı, Karanlıktan Işığa Yayınları’yla yapılan iş birliği aracılığıyla mümkün olmuştur. Daha fazla Müjde merkezli kaynak için, sitelerini buradan ziyaret edebilirsiniz.